Savunduğumuz Miras’ın Türkçe basımına önsöz

David North’un Savunduğumuz Miras adlı kitabının Türkçe basımı, Türkiye’deki Troçkist grup Toplumsal Eşitlik’in yayınevi Mehring Yayıncılık tarafından önümüzdeki ay yayınlanacak. Toplumsal Eşitlik, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi (DEUK) ile siyasi dayanışma içinde faaliyet gösteriyor. Savunduğumuz Miras, ilk kez 1988’de yayınlanmıştı. Aşağıda, David North’un, kitabın Türkçe basıma yazdığı önsözü yayınlıyoruz.

***

Savunduğumuz Miras’ın, Troçkist hareketin tarihinde çok önemli bir rol oynayan Türkiye’de yayınlanmasını memnuniyetle karşılıyorum. Lev Troçki, 1929 yılında Stalinist rejim tarafından Sovyetler Birliği’nden çıkartılmasının ardından, ilk olarak İstanbul açıklarındaki Büyükada’da barınmış ve “Büyükada, yazmak için iyi bir yer” diye yazmıştı. O, Hayatım, Rus Devrimi’nin Tarihi ve Almanya’da faşizme karşı mücadele üzerine makaleleri içeren önemli eserinin çoğunu bu adada kaldığı dört yıl içinde yazdı. Troçki Büyükada’yı “bir huzur ve kayıtsızlık adası” olarak betimlemiş olmasına karşın, onun 1929 ile 1933 yılları adasındaki varlığı, Marmara Denizi’ndeki bu huzuru devrimci Marksist düşüncenin dünya çapındaki merkez üssüne dönüştürmüştü.

Lev Troçki

Savunduğumuz Miras’ın Türkçe çevirisinin yayınlanmasına özel önem kazandıran şey, yalnızca Troçki’nin Türkiye’de sürgünde olması ile Dördüncü Enternasyonal’in tarihi arasındaki bağlantı değildir. Türkiye’nin dünya emperyalist sisteminin jeopolitikasında işgal ettiği son derece önemli konum, bu ülkedeki sınıf mücadelelerinin devasa boyutlar edineceğinin güvencesini vermektedir. Bu yüzden, Troçkist hareketin Türkiye’de inşa edilmesi, Dördüncü Enternasyonal’in asli bir stratejik görevidir. Bu, Türkiye işçi sınıfının ve gençliğinin ileri kesimlerinin, öğretiye bağlı Troçkistler tarafından, Marksizm karşıtı revizyonizmin farklı biçimlerine, özellikle de Michel Pablo’nun (1911-1996) ve Ernest Mandel’in (1923-1995) tasfiyeci anlayışları ile bağlantılı olanlara karşı verilmiş uzun mücadelenin tarihi konusunda eğitilmesini gerektirmektedir.

James P. Cannon

Savunduğumuz Miras, 30 yıl önce, Britanya’daki İşçilerin Devrimci Partisi’nin (WRP) Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’ni (DEUK) terk etmesinin ardından yazıldı. Uluslararası Komite’nin sonradan çok sayıda belgede kanıtlamış olduğu gibi, WRP’nin dönekliği, onun, bir zamanlar savunusunda önemli bir rol oynamış olduğu Troçkist ilkelerden on yıldan uzun bir dönem boyunca geri çekilmesinin sonucuydu. 1973’te kurulan WRP, ABD Sosyalist İşçi Partisi (SWP) ve Fransa’daki Parti communiste internationaliste (Enternasyonalist Komünist Parti, PCI) ile birlikte 1953’te Uluslararası Komite’yi kurmuş olan Britanya Troçkist hareketinin ardılıydı. WRP’nin önderi Gerry Healy (1913-1989), James P. Cannon (1890-1974) tarafından yazılmış olan ve Pablo ile Mandel’in Dördüncü Enternasyonal’in programına yönelik revizyonlarını suçlayan, tarihi “Dünya Troçkist Hareketine Açık Mektup”u imzalamıştı. Kasım 1953’te yayınlanan “Açık Mektup”, DEUK’un temel ilkelerini dile getiriyordu:

1. Kapitalist sistemin can çekişmesi, derinleşen bunalımlar, dünya savaşları ve faşizm gibi barbarlık belirtileri yoluyla, uygarlığı yıkımla tehdit etmektedir. Nükleer silahların geliştirilmesi, bu tehlikeyi, günümüzde olabilecek en ağır biçimde vurgulamaktadır.

2. Bu uçuruma gidiş, yalnızca kapitalizmin yerini dünya ölçeğinde sosyalizmin planlı ekonomisinin almasıyla ve kapitalizmin ilk yıllarında başlattığı ilerleme sarmalının yeniden sürdürülmesi yoluyla önlenebilir.

3. Bu, yalnızca işçi sınıfının toplumdaki önderliği altında başarılabilir. Ama toplumsal güçlerin dünya çapındaki ilişkileri işçi sınıfının iktidar yolunu tutması için hiçbir zaman bu denli uygun olmamasına rağmen, bizzat işçi sınıfı bir önderlik krizi ile karşı karşıya.

4. Her bir ülkedeki işçi sınıfı, kendisini bu dünya-tarihsel hedefi gerçekleştirme uğruna örgütlemek için, Lenin tarafından geliştirilmiş örneğe uygun bir devrimci sosyalist parti inşa etmek zorundadır. Bu, demokrasi ile merkeziyetçiliği diyalektik biçimde birleştirme (karar almada demokrasi, onların uygulanmasında merkeziyetçilik; üyeler tarafından denetlenen bir önderlik, ateş altında disiplinli şekilde ilerleyen üyeler) kapasitesine sahip savaşçı bir partidir.

5. Bunun önündeki başlıca engel, Rusya’daki 1917 Ekim Devrimi’nin saygınlığından yararlanarak işçilerin sempatisini kazanmış, ardından, onların güvenine ihanet ederek, onları Sosyal Demokrasinin kollarına, ilgisizliğe ya da kapitalizme ilişkin yanılsamalara savuran Stalinizmdir. Bu ihanetlerin cezası, faşist ya da monarşist güçlerin sağlamlaşması ve kapitalizm eliyle teşvik edilen ve hazırlanan yeni savaşların patlaması biçiminde, işçiler tarafından çekilmektedir. Dördüncü Enternasyonal, başlangıcından beri, Stalinizmin, SSCB içinde ve dışında, devrimci yollarla devrilmesini başlıca görevlerinden biri olarak tespit etmiştir.

6. Dördüncü Enternasyonal’in birçok şubesine ve onun programına sempati ile yaklaşan partilere ve gruplara yönelik esnek taktiklere duyulan gereksinim, onların Stalinizme teslim olmadan emperyalizme ve onun bütün küçük-burjuva ajanlarına (ulusalcı oluşumlar ya da sendika bürokrasileri gibi) ya da tersine, emperyalizme teslim olmadan, son tahlilde emperyalizmin küçük-burjuva bir ajanı olan Stalinizme karşı nasıl savaşacaklarını bilmelerini çok daha zorunlu kılmaktadır. [1]

Ernest Mandel

“Açık Mektup”, Troçkizmin, Pablo ve Mandel tarafından inkar edilmiş olan stratejik görüşlerini özetliyordu. [Pablo ile Mandel’de] Troçkist hareketin Stalinizmi karşı-devrimci olarak tanımlamasının yerini, Kremlin bürokrasisine ve onun temsilcilerine tarihsel olarak ilerici ve devrimci bir rol atfeden bir teori almıştı. Pablocular, Stalinist rejimlerin bir dizi siyasi devrimle alaşağı edilmesi uğruna çalışmak yerine, bürokrasinin bir öz reform sürecini öngörüyorlardı. Bu süreçte Troçkistler, Stalinist önderlere, onları daha sol bir yönelim benimsemeye zorlayan danışmanlar işlevi görecekti. Pablo’ya ve Mandel’e göre, Doğu Avrupa’da bulunan ve Kremlin rejiminin yerel Stalinist ajanları tarafından yönetilen “deforme işçi devletleri”nin yazgısı, yüzyıllarca sürmekti.

Pablocuların Stalinizme teslimiyeti, onların sürekli devrim teorisinden vazgeçmelerinin bir ifadesinden başka bir şey değildi. Onlar, işçi sınıfı içinde Marksist bilinç uğruna mücadelenin ve işçi sınıfının, emperyalizmin tüm ulusal burjuva ve küçük-burjuva temsilcilerinden siyasi bağımsızlığının sağlanmasının gerekliliğini reddediyorlardı.

Britanyalı Troçkistler, 1950’lerde ve 1960’larda, Dördüncü Enternasyonal’in savunusunda (özellikle ABD’deki SWP’nin Uluslararası Komite’den ayrılıp 1963’te Pablocular ile birleşmesine karşı çıkarken) son derece önemli bir rol oynamışlardı. Buna karşın, bizzat onun revizyonizme sürüklenmesi, 1970’lerde, özellikle de Kasım 1973’te İşçilerin Devrimci Partisi’nin kurulmasının ardından, giderek daha fazla belirginleşti. Sosyalist İşçi Birliği’ndeki (WRP’nin önceli) Britanyalı Troçkistler, 1960’ların başlarında, SWP’nin Fidel Castro’nun radikal ulusalcılığını yüceltmesini sert bir şekilde eleştirmiş; Kübalı önderin küçük-burjuva gerilla ordusunun, sosyalizme giden yolun işçi sınıfını temel alan ve işçi sınıfına dayanan Troçkist bir partinin inşasını gerektirmediğini kanıtlamış olduğu iddiasını reddetmişlerdi.

Ancak 1970’lerin ortalarında, WRP, Pablocuların Troçkizm karşıtı politikalarına oldukça benzer şekilde, Ortadoğu’daki, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ve Libya’daki radikal ulusalcı Muammer Kaddafi yönetimi gibi çeşitli ulusal hareketlerin emperyalizm karşıtı programını abartmaya başladı. [2] WRP’nin Pabloculuğa dönmesi, yalnızca tek tek önderlerin kişisel hatalarının ürünü değildi. Tüm dünyadaki örgütlü işçi hareketine hala Stalinist ve sosyal demokrat partiler ile sendikaların egemen olduğu koşullarda, Troçkist hareket, 1960’larda ve 1970’lerin başlarında, geniş küçük-burjuva kesimlerin, özellikle de öğrenci gençliğin kitlesel radikalleşmesinin uyguladığı toplumsal ve ideolojik basınca açıktı.

Küçük-burjuvaziden gelenleri Troçkist harekete uyarlama zorlu görevi, yalnızca Stalinist ve sosyal demokrat bürokrasilere karşı amansız bir mücadele temelinde işçi sınıfına sağlam bir siyasi ve pratik yönelimi değil; aynı zamanda, Pablocular tarafından teşvik edilen “Yeni Sol”un, özellikle de “Batı Marksizmi”, “devlet kapitalizmi” ve burjuva ulusalcı “Üçüncü Dünyacılık” ile özdeşleşmiş apayrı eğilimlerin ideolojik kahramanlarının (bunların yalnızca en bilinenlerini anarsak, Marcuse’un, Adorno’nun, Horkheimer’in, Gramsci’nin, Lefort’un, Castoriades’in, Guevara’nın, Fanon’un ve Malcolm X’in) sahte Marksizmine ve açıkça Marksizm karşıtlığına karşı ısrarlı bir mücadeleyi de gerektiriyordu. Bu uzun listeye, Stalinizmin, çok sayıda küçük-burjuva aydın tarafından benimsenmiş ve işçiler ile gençleri tüm dünyada birbiri ardında kanlı yenilgilere uğratmış son derece gerici bir türü olan Maoculuğun etkisini de ekleyebiliriz.

WRP’nin oportünist politikaları, Uluslararası Komite içinde muhalefetle karşılaştı. ABD’deki Troçkist örgüt İşçiler Birliği, 1982 ile 1984 yılları arasında, WRP’nin yeni Pablocu politikalarının kapsamlı bir eleştirisini geliştirdi. Healy’den, Michael Banda’dan (1930-2014) ve Cliff Slaughter’dan (1928-) oluşan başlıca WRP önderleri, İşçiler Birliği’nin kendi eleştirilerinin Uluslararası Komite içinde tartışılmasını örgütlemeye yönelik çabalarını bastırdılar. [3] Bu ilkesiz girişim, 1985 sonbaharında WRP içinde siyasi bir krizin patlamasına yol açtı. WRP’nin bozulmasının altında yatan teorik ve siyasi konuların tartışılmasını önlemeye hala kararlı olan Slaughter ve Banda, Britanya şubesinin önceki on yıl boyunca izlemiş olduğu oportünist yoldan dolayı Uluslararası Komite’yi suçlamaya kalkıştı.

Michael Banda

WRP, Şubat 1986’da, Michael Banda tarafından yazılmış, Uluslararası Komite’nin Hemen Gömülmesi ve Dördüncü Enternasyonal’in İnşa Edilmesi İçin 27 Gerekçe başlıklı bir doküman yayınladı. Bu dokümanın Marksizmin klasikleri arasında yer alacağı kehanetinde bulunan WRP, onu büyük bir tantanayla yayınlamıştı. Gerçekte, Banda’nın dokümanı, amacı yalnızca Uluslararası Komite’yi değil, Dördüncü Enternasyonal’in bütün tarihini itibarsızlaştırmak olan bir çarpıtmalar, açık yalanlar ve yarı doğrular karışımıydı. Banda’nın yazısının başlığı bile, onun siyasi samimiyetsizliğini açığa vuruyordu. Banda’nın “27 Gerekçe”sinin bir kısmı bile doğrulanabilir olsaydı, Dördüncü Enternasyonal’in sürmekte olan varlığını gerekçelendirmek mümkün olmazdı. Banda, doğrudan kendi savlarından kaynaklanan sonuçları izleyerek, bu dokümanı tamamlamasından bir yıldan kısa süre sonra, Troçki’ye yönelik rezil bir suçlama yayınladı ve Stalin’e olan sınırsız hayranlığını ilan etti. Banda’nın siyasi evrimi, WRP’nin önderliği ve üyeleri içinde onun dokümanını onaylamış olanların tamamının Troçkizmi reddini önceden haber veriyordu. Onların önemli bir kısmı Stalinist harekete katıldı; diğerleri, emperyalist kampa geçti ve Sırbistan’a karşı NATO savaşının aktif katılımcıları haline geldi. Cliff Slaughter’ın cesaretlendirdiği en büyük grubun üyeleri, Lenin ile Troçki’nin devrimci parti düşüncesinin tüm mirasını reddettiler, sosyalizm mücadelesinden vazgeçtiler ve kendi kişisel yaşamlarını olabildiğince rahat hale getirme üzerine odaklandılar.

Uluslararası Komite, Banda’nın dokümanını edindiği andan başlayarak, ona ayrıntılı bir yanıt verilmesi gerektiğini anlamıştı. Bu yanıtın taslağını yazma görevi bana verildi. İki ay içinde, Savunduğumuz Miras, bölümler halinde, Uluslararası Komite’nin şubelerinin yayınladığı gazetelerde haftalık olarak yayınlanmaya başlandı. Banda’ya verilen yanıtın 500 sayfadan uzun bir kitap haline geleceği düşünülmemişti. Ancak ben, Banda’nın dökümanını incelerken, onun, Dördüncü Enternasyonal’in tarihinin, özellikle de Troçki’nin 1940’ta öldürülmesi ile 1953’te Pablocular ile yaşanan bölünme arasındaki kritik yılların yeterince araştırılmamış ve Troçkist hareketin mevcut kadroları tarafından büyük ölçüde bilinmiyor olmasından yararlanmaya çalıştığını fark ettim. Banda’nın dönekliğini mahkum etmek yetmezdi. Dördüncü Enternasyonal’in tarihini incelemek ve kadrolarını bu temelde eğitmek gerekiyordu.

Yayınlanmasından 30 yıl sonra bu kitaba baktığımda, Savunduğumuz Miras’ın zamana yenik düşmediğine inanıyorum. O, Dördüncü Enternasyonal’in tarihine bir giriş olarak değerini korumakta; uluslararası Troçkist hareketi inşa etme mücadelesinde güncelliğini sürdüren Marksist teori, program ve strateji ile bağlantılı sorunları incelemektedir.

Gerry Healy

Savunduğumuz Miras, Dördüncü Enternasyonal’in tarihine ilişkin, siyasi eğilimlerin ortaya çıkmasını ve onlar arasındaki mücadeleyi açıklarken tarihsel maddeci yöntemi kullanan tek değerlendirme olmaya devam ediyor. Tek tek önderlerin iyi ya da kötü kişilik özelliklerinden ve soylu ya da aşağılık dürtülerinden yola çıkan öznel yaklaşımı reddeden Savunduğumuz Miras, Dördüncü Enternasyonal içindeki çatışmaların altında yatan; dünya kapitalizminin çelişkilerinden ve sınıf mücadelesinin ikinci emperyalist paylaşım savaşı sırasındaki ve sonrasındaki küresel ve ulusal gelişmesinden kaynaklanan nesnel toplumsal ve siyasal süreçleri saptamaya çalışmaktadır. Bu tarih, asıl vurguyu, başlıca siyasi aktörlerin (Cannon, Pablo, Mandel ve Healy) öznel olarak tasarlanmış niyetlerine değil; sınıf mücadelesinin, Engels’in sözleriyle, “eylem halindeki kitlelerin ve onların önderlerinin (büyük insanlar denilen kişilerin) kafalarına bilinçli dürtüler olarak yansıyan” gerçek nesnel itici güçlerine yapmaktadır. [4]

Savunduğumuz Miras, Dördüncü Enternasyonal içinde 1951’deki Dördüncü Dünya Kongresi’nin ardından gelişmiş ve Kasım 1953’teki tarihi bölünmeyle sonuçlanmış olan anlaşmazlıkları, Dünya Savaşı sırasındaki ve sonrasındaki karmaşık ve hızla değişen koşullar bağlamında çözümlemektedir. Kitap, 1940’lardaki, geniş küçük-burjuva radikal aydın kesimlerin siyasi yöneliminde yaşanan ve Dördüncü Enternasyonal içindeki sürekli ve artan siyasi gerilimlerde ifade bulan sağa doğru kaymayı yansıtan iki revizyonist eğilime dikkat çekiyor.

“Geriye Dönüşçüler” olarak da bilinen “Üç Tez” grubu, Internationale Kommunisten Deutschlands’dan (Almanya’nın Uluslararası Komünistleri, IKD) doğmuştu. Bu, göçmen Alman Troçkistlerinden oluşan, Josef Weber (1901-1959) önderliğindeki bir örgüttü. IKD’nin Dördüncü Enternasyonal’in tarihindeki rolü, Savunduğumuz Miras’ın yayımlanmasından önce, neredeyse unutulmuştu. Bununla birlikte, bu örgütün geliştirmiş olduğu düşüncelerin, yalnızca Dördüncü Enternasyonal içinde değil, ama aynı zamanda geniş küçük-burjuva radikal kesimlerde de Troçkizm ve Marksizm karşıtı eğilimlerin gelişmesinde etkili olduğu kanıtlandı.

IKD, Ekim 1941’de, dünya sosyalist devrimini siyasi bir boş hayal olarak reddeden bir doküman yayımlamıştı. O, çağdaş dünyanın sosyalizme değil ama barbarlığa doğru ilerlediğinde ısrar ediyordu. Faşizmin Avrupa’daki zaferleri, işçi sınıfının geriye, 1848 öncesi koşullara itilmiş olması anlamına geliyordu. Nazilerin, IKD’nin tersine çevrilemez olduğuna inandığı askeri zaferi, dünya tarihinde yeni bir aşamaya işaret ediyordu. “Hapishaneler, yeni gettolar, zorla çalıştırma, toplama kampları ve hatta savaş esirleri kampları yalnızca geçici siyasi-askeri kurumlar değildir. Onlar, aynı zamanda, bir modern köleci devlete doğru gelişmeye eşlik eden ve insan soyunun önemli bir kesiminin sürekli yazgısı olarak tasarlanmış yeni ekonomik sömürü biçimleridir.” [5]

“Üç Tez” grubu, sosyalizm uğruna mücadelenin yerini, tarihsel bir geriye gidiş süreci dolayımıyla, “ulusal kurtuluş çabası”nın aldığı sonucuna varıyordu. [6] IKD, 1943’te yazılmış sonraki bir dokümanda, Lenin’in İkinci Enternasyonal’in ihanetine karşı mücadelede geliştirmiş olduğu ve Bolşevik Parti’nin 1917’deki stratejisinin dayandığı emperyalist çağ çözümlemesini açıkça reddetti. “Birinci dünya savaşına ve o zamanki genel duruma bir göz attığımızda, birinci dünya savaşının, onun patlamasına yol açan tüm nedensel ilişkilere rağmen, kapitalizmin tarihsel bir talihsizliğinden; onun tarihsel olarak gerekmeden önceki tarihsel gereklilik çerçevesinde çöküşünü sahnelemiş rastlantısal bir olay olduğunu kabul etmemiz gerekir.” Ama eğer Dünya Savaşı bir kaza idiyse, aynı şey İkinci Enternasyonal’in çökmesi, Ekim Devrimi ve Komünist Enternasyonal’in kurulması için de geçerliydi. Lenin ve Troçki tarafından formüle edildiği haliyle 20. yüzyıldaki devrimci Marksist stratejinin tüm nesnel temeli etkili bir şekilde reddediliyordu.

IKD’nin siyasi kötümserliği en karamsar terimlerle formüle edilmişti. O, işçi sınıfının devrimci bir güç olarak tükenmiş olduğunu ilan ediyordu. İşçi sınıfı, “parçalanmış, atomlara ayrılmış, bölünmüş, çeşitli tabakaları birbirine karşı olan, siyasi olarak morali bozulmuş, uluslararası ölçekte yalıtılmış ve kontrol altında…” idi. [7] Kapitalizm çürüyor olmasına karşın, işçi sınıfı onu yıkma becerisine sahip değildi. IKD, Troçkist hareketin “Marksizmin bütünüyle yanlış anlaşılması”ndan kaynaklanan “en yaygın yanlış”ının, “kapitalizmin yadsınmasını yalnızca proleter devrimin görevi olarak tasarlamak”tan kaynaklandığını ileri sürdü. IKD, işçi sınıfının devrimci bir güç olarak acizliği karşısında tek siyasi seçeneğin “yüzyıllık” demokrasi mücadelesine geri dönmek olduğunu açıkladı. [8] O, Dördüncü Enternasyonal’in Avrupa Birleşik Sosyalist Devletleri çağrısına karşı çıktı:

Avrupa, “sosyalist devletler” biçiminde birleşmeden önce, yeniden bağımsız ve özerk devletlere ayrılmak zorundadır. Bu, bütünüyle, ayrılmış, köleleşmiş, geriye fırlatılmış halkların ve proletaryanın kendilerini bir ulus olarak yeniden kurmaları meselesidir…

Görevi şu şekilde formüle edebiliriz: tüm geriye çevrilmiş gelişmeyi yeniden kurmak, burjuvazinin tüm kazanımlarını (işçi hareketi dahil) yeniden elde etmek, en yüksek başarılara ulaşmak ve onları aşmak…

Bununla birlikte, en acil siyasi sorun, sanayi kapitalizminin ve bilimsel sosyalizmin yüzyıllık bahar döneminin sorunudur: ulusal kurtuluşun ve işçi hareketinin kurulmasının kaçınılmaz önkoşulu olarak siyasi özgürlüğün elde edilmesi, demokrasinin kurulması (Rusya için de). [9]

IKD, 1848 öncesi dönemin siyasi gündemine geri dönme, uluslararası sosyalizm uğruna mücadeleden vazgeçme ve ulusal bağımsızlık ve burjuva demokrasisi uğruna mücadeleye dönme çağrısının tüm ülkeler için geçerli olduğunu iddia ediyordu.

Bu sorun [demokrasi ve ulusal kurtuluş sorunu], uygun değişikliklerle tüm dünya için; Çin, Hindistan, Japonya, Afrika, Avustralya, Kanada, Rusya ve İngiltere için; kısacası, tüm Avrupa, Kuzey Amerika ve Güney Amerika için geçerlidir. Son derece yoğunlaşmış demokratik ve ulusal soruna sahip olmayan bir ülke bulunmuyor; hiçbir yerde siyasi olarak örgütlenmiş bir işçi hareketi yok. [10]

IKD, benimsenmesi gereken ana sloganın, “ulusal kurtuluş” olduğunu ilan ediyordu:

Şunu demek istiyoruz: ulusal sorun, işçi hareketinin yeniden kurulması ve sosyalist devrim için zorunlu olarak stratejik bir geçiş noktası haline gelen tarihsel bölümlerden biridir. Bu tarihsel olarak gerekli bölümü anlamayanlar, ondan nasıl yararlanacağını bilmeyenler, Marksizm-Leninizm konusunda hiçbir şey bilmiyor ve anlamıyorlar. [11]

Gerçekte, Lenin’in ve Troçki’nin programını reddeden IKD idi. Demokratik talepler uğruna mücadelenin kapitalizmi yıkma mücadelesinden ayrı tutulması, sürekli devrim teorisinden ve programından bütünüyle vazgeçmek anlamına geliyordu. Troçki, sürekli devrim teorisi, gecikmiş burjuva gelişme aşamasındaki ülkelerde, “demokrasiye ve ulusal kurtuluşa ulaşma görevinin tam ve gerçek çözümünün, yalnızca, boyunduruk altındaki ulusun, öncelikle de köylü kitlelerinin önderi olarak proletaryanın diktatörlüğü yoluyla mümkün olduğu anlamına gelir” diye yazmıştı. [12]

IKD’nin daha az gelişmiş ülkelerde demokratik talepleri sosyalist taleplerden ayırması yeterince kötüydü. Ancak onun burjuva ulusal kurtuluş programını dünya kapitalizminin gelişmiş merkezlerinde yeniden canlandırmaya yönelik çabaları ve sosyalizm uğruna mücadeleyi zamansız diye reddetmesi, iflah olmaz bir siyasi moral bozukluğu düzeyini yansıtıyordu. IKD’nin önderi Josef Weber’in çalışma arkadaşları ve dostları, sonradan, onun 1940’ların ortalarında, Avrupa’daki Nazi egemenliğinin, 50 yıl olmasa da, en azından 30 yıl süreceği düşüncesini ifade ettiğini anımsamışlardı. [13]

Shachtmancılar, IKD’nin düşüncesini memnuniyetle karşılamış ve desteklemişlerdi. 1940’ta Dördüncü Enternasyonal’den kopmuş olan Shachtmancılar, IKD’nin savlarının, kendilerinin Sovyetler Birliği’nin bir işçi devleti olarak tanımlanmasına ve emperyalizme karşı savunulmasına karşı çıkışları ile bütünüyle uyumlu olduğuna inanıyorlardı. IKD’nin 1940’lar boyunca sonraki evrimi, Shachtmancıların geriye dönüşçü teoriye ilişkin bu değerlendirmelerinin doğru olduğunu kanıtladı.

IKD’nin –onu Dördüncü Enternasyonal’den ayıran– morali bozuk perspektifi, sonunda, Sosyalist İşçi Partisi içinde, Morrow-Goldman eğilimi biçiminde destek buldu. Savunduğumuz Miras’ın yazılmasından önce, bu eğilimin önemi de yeterince incelenmemişti. O, Sosyalist İşçi Partisi içinde belirgin bir eğilim olarak 1944’te ortaya çıktı. Onun başlıca iki önderi, Dördüncü Enternasyonal’de ve Amerikan partisi içinde önemli roller oynamıştı. Albert Goldman (1897-1960), Troçki’nin avukatıydı ve 1937’de Dewey Komisyonu’nda onu temsil etmişti. Goldman, 1941 yılındaki Smith Yasası yargılamasında isyana teşvikten suçlanan SWP üyelerini savundu. O, sanıklar arasındaydı ve suçlu bulunarak hapse atılan 18 parti üyesinden biriydi. İspanya’da Devrim ve Karşı-Devrim adlı kitabıyla tanınan Felix Morrow (1906-1988), SWP Siyasi Komitesi’nin üyesi ve önde gelen bir sosyalist gazeteciydi. O da 1941 yargılamaları sonucunda hapis cezasına çarptırılan parti üyeleri arasındaydı. Morrow-Goldman hizbinin bir diğer önemli üyesi, 1930’lu yıllarda Troçki’nin siyasi sekreterliğini ve aynı zamanda, II. Dünya Savaşı sırasında Dördüncü Enternasyonal’in fiili sekreterliğini yapmış olan Jean van Heijenoort (1912-1986) idi.

Felix Morrow

Morrow-Goldman eğiliminin görüşleri, Savunduğumuz Miras’ta ayrıntılı biçimde ele alınıyor. Bununla birlikte, Savunduğumuz Miras’ın yayınlanmasından bu yana, internet sayesinde çok sayıda SWP iç tartışma bültenine ulaşılabilir olması, Morrow-Goldman eğiliminin IKD’nin savlarından ne ölçüde etkilenmiş olduğuna ilişkin daha tam bir anlayışı mümkün kılmış durumda. 1942’de, Morrow ve Van Heijenoort (Marc Loris adıyla yazıyordu), “Üç Tez” kararında ileri sürülen savlara karşı çıkmış ama 1944’e gelindiğinde, onların ve Goldman’ın düşüncesi köklü bir değişim geçirmiş. Morrow, Dördüncü Enternasyonal’in Avrupa’da sosyalist devrim programına bağlılığının, onu, II. Dünya Savaşı sonrasında var olan koşullarda siyasi olarak yersiz hale getirdiğini ileri sürdü. Avrupa’daki, özellikle de Fransa ile İtalya’daki olayları en tutucu ve bozguncu biçimde yorumlayan Morrow-Goldman eğilimi, herhangi bir sosyalist devrim olasılığının olmadığında ısrar ediyordu. Bu eğilim, Dördüncü Enternasyonal’in, kendisini Sosyal Demokrasi ve demokratik eğilimli çeşitli burjuva hareketler ile birlikte burjuva demokratik reformlar uğruna [mücadele eden] bir harekete dönüştürmekten başka hiçbir uygulanabilir siyasi seçeneğe sahip olmadığını iddia etti.

Morrow ve Goldman, Dördüncü Enternasyonal’in burjuva demokrasisinin sol bir eklentisine dönüşmesini savunurken, aynı zamanda, Sovyetler Birliği’nin savunusuna yönelik karşı çıkışları hızla Amerikan emperyalizminin komünist “totaliterlik”e karşı mücadelesini açıkça desteklemeye evrilen Shachtmancılar ile yeniden siyasi birleşme çağrısı yaptı. Dördüncü Enternasyonal ve SWP, Morrow ile Goldman’ın morali bozuk perspektifini güçlü ve doğru bir biçimde reddetti.

Avrupa’da yaşananlara yönelik “doğru çizgi” konusundaki savların evrimi, basitçe, soyut entelektüel söylem meselesi değildi. Savaş sonrası siyasi krizin sonucunun henüz belli olmadığı son derece akışkan ve istikrarsız bir durumda, Troçkistler, bu krizde nesnel olarak var olan devrimci potansiyele ifade kazandırmaya çalışıyorlardı. Onlar, çalışmalarını, kapitalist yeniden istikrarın kaçınılmaz olduğuna ilişkin önsel varsayımlar üzerine değil; kapitalizmin yıkılması için nesnel olarak var olan potansiyele dayandırdılar. Hitler’in iktidara yükselmesinden önceki kasvetli saatlerde, Troçki’ye, durumun “umutsuz” olup olmadığı sorulmuş, o da bu sözcüğün devrimcilerin sözlüğünde olmadığı yanıtını vermişti. Troçki, “mücadele belirleyecek” diyordu. Savaş sonrası Avrupa’nın düzensizliğinin ve kaosunun ortasında devrimci davanın umutsuz ve kapitalizmin istikrarının kaçınılmaz olduğunu iddia edenlere de aynı yanıtın verilmesi gerekiyordu. Troçkistler, Morrow ile Goldman’ın savunduğu gibi yenilgiyi önceden kabullenseydiler, kapitalist yeniden istikrar yararına çalışan unsurlardan biri haline gelirlerdi.

Demokratik talepler ile devrimci sosyalist bir program arasındaki uygun ilişki üzerine çatışan savlar, farklı sınıfsal konumları yansıtıyordu. Morrow-Goldman eğiliminin başlıca perspektiflerinin tamamı, hızla Amerikan emperyalizminin yörüngesine doğru hareket ediyordu. Goldman SWP’den ayrıldı, kısa süreliğine Shachtmancı harekete katıldı ve hemen ardından Marksizmi reddetti. Morrow, 1946’da SWP’den çıkartıldıktan sonra sosyalist politikadan vazgeçti, Amerikan emperyalizminin Soğuk Savaş’ını destekledi ve zengin bir gizemci kitap yayıncısı oldu. Van Heijenoort da Dördüncü Enternasyonal’den ayrıldı, Sovyetler Birliği’ni bir “köleci devlet” ilan etti, sosyalist siyaset ile ilgilenmeye son verdi ve ünlü bir matematikçi oldu.

Bu bireylerin siyasi evrimi, solcu küçük-burjuva aydınların siyasi bakış açısını etkileyen, Soğuk Savaş ortamı, savaş sonrası Avrupa’nın ekonomik istikrara kavuşması, devrimci işçi sınıfı hareketinin bürokratik bastırılması gibi daha kapsamlı bir toplumsal sürecin parçasıydı. Marksizm, yerini varoluşçuluğa bıraktı. Toplumsal süreçler üzerine odaklanmanın yerini kişisel sorunlara saplanma aldı. Siyasi olayların bilimsel değerlendirmesinden, onların psikoloji yönünden yorumlanması yararına vazgeçildi. Ekonomik planlama olanağı üzerine kurulu gelecek kavrayışının yerini ütopyacı hayaller aldı. İşçi sınıfının ekonomik sömürüsüne olan ilgi azaldı. Sınıf egemenliği ve ekonomik sistem konularından kopartılmış çevresel sorunlara olan ilgi arttı.

IKD’nin önderinin evrimi, toplumsal olarak belirlenmiş entelektüel “geriye dönüş” sürecini örneklemektedir. Josef Weber, IKD’nin Dördüncü Enternasyonal ile ilişkisini kesmesinin ardından Marksist politikadan bütünüyle koptu ve yarı-anarşist çevreci ütopyacılığın bir peygamberi haline geldi. Sosyalist İşçi Partisi’nin eski bir üyesi olan ve 1971’de yazmış olduğu Kıtlık Sonrası Anarşizm adlı kitabını Josef Weber’e ithaf eden Murray Bookchin (1921-2006), onun başlıca öğrencileri arasındaydı. Marksizmin şiddetli bir karşıtı haline gelmiş olan Bookchin, akıl hocasına, “bu kitapta geliştirilen Ütopik projenin ana hatlarını yirmi yıldan uzun süre önce formüle etmiş” olduğu için, teşekkür ediyordu. [14] Bookchin’in yazıları, 1999’da Türk hükümeti tarafından ele geçirilip hapse atılmasının ardından burjuva milliyetçisi Kürdistan İşçi Partisi’nin (PKK) önderi Abdullah Öcalan’ın dikkatini çekti. Öcalan, Bookchin’in yazılarında, kendi “Demokratik Konfederalizm” tasarıları ile uyumlu düşünceler bulmuştu. PKK, Bookchin’in ölümünün ardından, onu, “20. yüzyılın en büyük toplum bilimcilerinden biri” olarak onurlandırdı. [15]

Politikaya, sınıf çıkarlarının mantığı hükmeder. Bu, özellikle siyasi hizipleri öznel ölçütlere dayanarak değerlendiren akademisyenler tarafından sıkça unutulan temel bir gerçektir. Dahası, onların yargıları, özellikle de oportünistler ve revizyonistler ile bir tartışma söz konusu olduğunda, kendi açıklanmamış siyasi önyargılarından etkilenir. Oportünistler tarafından savunulan politikalar, küçük-burjuva akademisyene, genellikle, devrimciler tarafından geliştirilenlerden daha “gerçekçi” görünür. Oysa nasıl ki masum bir felsefe yoksa, zararsız bir politika da yoktur. Kabul edilsin ya da edilmesin, siyasi bir programın sonuçları vardır. Dördüncü Enternasyonal ve SWP, 1940’larda, IKD’nin tarih-üstü ulusal kurtuluş ve evrensel demokrasi programının sosyalizme düşman yabancı sınıfsal çıkarların bir ifadesi olduğunu fark etmişlerdi. Geriye dönüşçü düşünceler, o on yılın sonuna gelindiğinde, anarşist teori çerçevesinde yeniden biçimlendi ve Marksizm karşıtı Bookchin’in çabalarıyla, siyasi faaliyetleri büyük emperyalist devletler ile sonu gelmez manevraları ve işbirliğini içeren Kürt burjuva milliyetçileri arasında daha uygun bir toplumsal ve siyasal dayanak buldu. Belirtmek gerekir ki, Michael Banda, Troçkizmi reddetmesinin ardından burjuva ulusalcılığına dönmüş, Öcalan’ın ateşli bir hayranı ve PKK’nin aktif destekleyicisi haline gelmişti.

1940’ların toplumsal ve siyasal ortamında Shachtmancıları, “Üç Tez” grubunu ve Morrow-Goldman eğilimini bir süre sonra Pablocu revizyonizmin ortaya çıkmasına bağlayan temel siyasi anlayış, işçi sınıfının devrimci potansiyelinin inkarıdır. Onların işçi sınıfının devrimci potansiyelini reddetme biçimleri farklıydı. Shachtman, Sovyetler Birliği’nin, yeni bir egemen sınıf haline gelme sürecindeki ya da şimdiden o hale gelmiş olan bürokratik seçkinlerin denetimindeki yeni bir “kolektivist” toplum biçimini temsil ettiğini düşünüyordu. Shachtmancı teorinin bir türevi, Sovyetler Birliği’nin “devlet kapitalizmi”nin bir biçimi olduğuydu. Morrow-Goldman eğiliminin izlediği “Üç Tez” grubu, sosyalist devrimin tarihsel olarak kaybedilmiş bir dava olduğu sonucuna varmıştı.

Pablo’nun ve Mandel’in revizyonları, onların Troçkizmden vazgeçişlerini abartılı bir söylemle örtüyordu. Ancak onların bakış açısına göre, sosyalizmin kurulmasındaki öncü güç işçi sınıfı değil, Stalinist bürokrasiydi. Pablocu teori, Shachtmancılığın özgün bir tersyüz edilmesiydi. Shachtmancılar Stalinist rejimi yeni bir sömürücü “bürokratik kolektivist” toplum biçiminin öncülü olarak suçlarken, Pablocu eğilim, II. Dünya Savaşı’nın ardından Doğu Avrupa’da kurulmuş olan bürokratik Stalinist rejimlerin kapitalizmden sosyalizme tarihsel dönüşümün gerekli biçimi olduğunu ilan ettiler. Bu eğilimlerin hepsi, siyasi perspektiflerini, kendi yöntemleriyle, işçi sınıfının devrimci olmayan rolü üzerine kurmuştu. [Onlara göre] İşçi sınıfı, tarihsel süreçte, belirleyici olmak şöyle dursun, aktif bir güç olmaktan çıkmıştı.

Troçki, Eylül 1939’da, Sosyalist İşçi Partisi içinde Max Shachtman ve James Burnham önderliğindeki küçük-burjuva muhalefete karşı mücadelenin hemen başında, tartışma ile ilgili temel tarihsel perspektif sorununa dikkat çekmişti. Troçki, Dördüncü Enternasyonal’in yalnızca işçi sınıfının devrimci rolünde ısrar etmediğini yazmıştı. Dördüncü Enternasyonal, aynı zamanda, geçmişteki yenilgilerden öğrenmenin, sosyalizme ihanet edenleri bürokratik denetim konumlarından uzaklaştırmanın ve iktidar uğruna mücadelenin zaferi için gerekli olan önderliği işçi sınıfı içinde inşa etmenin mümkün olduğunu da savunuyordu. Troçki, küçük-burjuva solunun bu temel devrimci perspektifi reddettiğini belirtiyordu:

Sahte Marksizmin hayal kırıklığına uğramış ve ürkmüş her türden temsilcisi, tam tersine, önderliğin iflasının, yalnızca proletaryanın kendi devrimci görevini yerine getirme yetersizliğini “yansıtıyor” olduğunun kabulünden yola çıkıyor. Karşıtlarımızın hiçbiri, bu düşünceyi açık bir şekilde ifade etmiyor ama onların hepsi (aşırı solcular, merkezciler, anarşistler ve elbette Stalinisler ile sosyal demokratlar), yenilgilerin sorumluluğunu kendi üstlerinden atıp proletaryanın omuzlarına yıkıyor. Onların hiçbiri, proletaryanın sosyalist dönüşümü tam olarak hangi koşullar altında başarabileceğini belirtmiyor.

Eğer yenilgilerin nedeninin bizzat proletaryanın toplumsal niteliklerinden kaynaklandığını doğru kabul edersek, o zaman, modern toplumun durumunu umutsuz olarak kabullenmek gerekir. [16]

Pablocu revizyonizmin altında yatan kötümserlik (bu umutsuzluk olarak da betimlenebilir), tam ifadesini, onun 1951’deki Üçüncü Dünya Kongresi öncesinde geliştirilmiş olan “savaş-devrim” teorisinde buldu. Pablocu doküman, “Hareketimize göre, nesnel toplumsal gerçeklik, asıl olarak kapitalist rejimden ve Stalinist dünyadan oluşmaktadır” diye ilan ediyordu. Sosyalizm uğruna mücadele, bu iki kamp arasında yaşanacak olan, Stalinist sistemin zaferle çıkacağı bir savaş biçimini alacaktı. Bir termo-nükleer savaşın külleri üzerinde yükselen Stalinistler, Doğu Avrupa’dakilere benzeyen ve yüzyıllar sürecek olan “deforme işçi devletleri” kuracaktı. Bu tuhaf senaryoda, işçi sınıfı için bağımsız bir rol ya da Dördüncü Enternasyonal yoktu. Dördüncü Enternasyonal’in kadrolarına Stalinist partilere girme ve onların içinde bir sol baskı grubu olarak davranma talimatı verildi. Bu tasfiyeci perspektif Stalinist partilere girmekle sınırlı değildi. Bu kitapta açıklandığı gibi:

Stalinizme uyarlanma, yeni Pablocu bakış açısının önemli bir özelliğiydi ama bunu onun temel özelliği olarak görmek yanlış olur. Pabloculuk, baştan sona tasfiyecilik; yani proletaryanın sosyalist devrimdeki hegemonyasının ve işçi sınıfının tarihsel rolünün bilinçli ifadesi olarak Dördüncü Enternasyonal’in gerçekten bağımsız varlığının reddedilmesiydi (hala öyle). Savaş-devrim teorisi, tüm Troçkist partilerin Dördüncü Enternasyonal’in şubelerinin faaliyet gösterdiği ülkelerdeki işçi ya da kitle hareketine egemen olan her türlü eğilimin içinde eritilmesi gerektiği biçimindeki asıl tasfiyeci tezin geliştirilmesine ortam hazırlıyordu. [17]

1953’te yaşanan bölünme, sosyalist hareketin tarihindeki en önemli olaylar arasında yer almaktadır. Söz konusu olan, Troçkist hareketin, yani sosyalizm uğruna mücadelenin tüm mirasının bilinçli ve siyasi olarak örgütlü ifadesinin varlığını sürdürmesinden başka bir şey değildi. Cannon’un Açık Mektup’u, Dördüncü Enternasyonal’in tarihindeki en kritik anda, Troçkizmin, 20. yüzyıl devrimlerinin ve karşı devrimlerinin stratejik derslerinden çıkartılmış temel ilkelerini açıkça yeniden ifade ediyordu. Dördüncü Enternasyonal’in tasfiyesi, emperyalizme ve onun Stalinist, Sosyal Demokrat ve burjuva ulusalcı partiler ile örgütler içindeki siyasi temsilcilerine karşı siyasi olarak örgütlenmiş Marksist muhalefetin sonu anlamına gelecekti. Bu, kurgusal bir varsayım değil; Pabloculuğun tasfiyeci politikalarının neredeyse her kıtada, uygulandığı birçok ülkedeki yıkıcı sonuçlarının incelenmesiyle doğrulanabilecek olan tarihsel bir gerçekliktir.

Sovyetler Birliği’nin yazgısı ile ilgili olarak, Pablocu önderlerin, Stalinist rejimin bürokratik öz reform teorisine sonuna kadar bağlı kaldığı unutulmamalı. Uluslararası Komite, daha 1986’da, Mihail Gorbaçov’un iktidara gelmesinin ve onun perestroyka (yeniden yapılanma) reformlarının uygulanmasının Sovyetler Birliği’nde kapitalist restorasyon için son hazırlık olduğu uyarısında bulunurken, Pablocular, onun gerici politikalarını, sosyalizme doğru belirleyici bir ilerleme olarak göklere çıkarıyorlardı. Ernest Mandel, 1988’de, Gorbaçov’u, “dikkat çekici bir siyasi önder” olarak niteledi. Gorbaçov’un politikalarının kapitalizmin restorasyonuna götürdüğü uyarılarını “saçma” diye ciddiye almayan Mandel, “Stalinizm ve Brejnevcilik kesinlikle sona ermiştir. Sovyet halkı, uluslararası proletarya, tüm insanlık derin bir nefes alabilir.” diyordu. [18]

Mandel’in çırağı, Britanyalı Pablocu Tarık Ali, Gorbaçov yönetiminin politikalarına yönelik coşkusunda çok daha pervasızdı. O, 1988’de basılan Revolution From Above: Where is the Soviet Union Going? [Yukarıdan Devrim: Sovyetler Birliği Nereye Gidiyor?] adlı kitabında, Pabloculuğun karakteristik özelliklerini birleştirdi: Stalinist bürokrasiye sınırsız destek, kaba siyasi oportünizm ve gerçekliği anlamada tam yetersizlik. Tarık Ali, kitabın tezini, önsözde şöyle özetliyordu:

Yukarıdan Devrim, Gorbaçov’un, Sovyet seçkinleri içinde bulunan ve programı, başarılı olması durumunda sosyalistler ve demokratlar için dünya çapında devasa bir kazanımı temsil edecek olan ilerici, reformist bir akımı temsil ettiğini savunmaktadır. Gorbaçov’un operasyonunun çapı, gerçekte, 19. yüzyıldaki Amerikan Başkanı Abraham Lincoln’un çabalarını anımsatıyor. [19]

Görünüşe göre, Gorbaçov’u Abraham Lincoln’un siyasi doruklarına yüceltmesinin Stalinizme olan bağlılığını yeterince ifade etmeyeceğinden kaygılanan Tarik Ali, kitabını, alçakgönüllülükle, “Komünist Parti’nin, siyasi cesareti onu ülkenin dört bir yanında önemli bir sembol haline getirmiş önde gelen bir üyesi olan Boris Yeltsin”e adadı. [20]

Pablocu önderlerin Sovyetler Birliği’nin nihai yıkımının başlıca iki mimarına (Mihail Gorbaçov ve Boris Yeltsin) verdiği sınırsız destek, Pabloculuğun gerici karakterinin inkar edilemez bir tarihsel doğrulamasını sağladı ve Uluslararası Komite tarafından emperyalizmin bu zararlı küçük-burjuva siyasi temsilcisine karşı verilmiş, on yıllar süren mücadelenin haklılığını ortaya koydu.

***

Savunduğumuz Miras’ın 1988’de yayınlanmasından bu yana, dünyada köklü ekonomik, teknolojik ve toplumsal değişimlerin yanı sıra patlayıcı siyasi gelişmeler yaşandı. Sovyetler Birliği’nin dağılması, emperyalist zafer gösterilerinin doruk noktasında vaat edilmiş olduğu gibi “tarihin sonu” bir yana, yeni bir barış dönemine yol açmadı. Dünyanın “kriz” içinde olduğunu söylemek, yetersiz bir ifadedir. “Kaos”, daha uygun bir tanım olur. Geçtiğimiz çeyrek yüzyıl, sürekli savaş eliyle mahvedildi. Dünyanın giderek daha büyük kısmı emperyalist jeopolitik çatışma girdabına sürükleniyor. 1991 sonrasında dünyaya egemen olacağı beklentisi boşa çıkmış olan Amerika Birleşik Devletleri, askeri harekatlarını her zamankinden daha büyük bir pervasızlıkla tırmandırmaya zorlanıyor. Ancak, II. Dünya Savaşı’ndan çıktığı haliyle emperyalist dünya düzeninin temelleri parçalanıyor. ABD ile onun başlıca emperyalist “ortaklar”ı arasındaki siyasi ilişkiler, Rusya ve Çin ile yoğunlaşan anlaşmazlıkların ortasında bile, hızla kötüleşiyor.

Ekonomi cephesinde, kapitalist sistem krizlerden sendeleyerek çıkıyor. 2008 ekonomik çöküşünün etkilerinin üstesinden hala gelinmiş değil. Çöküşün başlıca mirası, toplumsal eşitsizlikteki, demokrasi çerçevesinde sürdürülemez düzeylere ulaşmış olan artıştır. Servetin küçük bir seçkinler grubu içinde şaşırtıcı yoğunlaşması, burjuva hükümetlerin artan siyasi istikrarsızlığının altında yatan küresel bir olgudur. Sınıf çatışması dünyanın her yerinde artıyor. Kapitalist üretimin ve finansal işlemlerin küreselleşmesi, uluslararası işçi sınıfını ortak bir mücadele içine çekiyor.

Nesnel koşullar, devrimci sınıf mücadelesinin devasa yoğunlaşmasına itici güç sağlıyor. Ancak bu nesnel uyarıların siyasi olarak bilinçli eyleme dönüştürülmesi gerekiyor. Bu, yaşamsal öneme sahip işçi sınıfının önderliği sorununu gündeme getirmektedir.

Savunduğumuz Miras’ın İngilizce baskısını edinmek için tıklayın

Küresel kapitalist sistemin devasa krizine ve burjuvazinin en tepe noktalarındaki genel siyasi karışıklığa rağmen, işçi sınıfının ileriye giden bir yol bulmaya yönelik çabaları, etkilerini işçi sınıfı hareketini sınırlamak ve yanlış yönlendirmek için kullanan partiler ve örgütler tarafından engellenmeye devam ediyor. Durum böyleyken, geçtiğimiz 20 yılın deneyimleri, kitlelerin bilincinde izler bırakmış durumda. Resmi “sosyalist” partilerin iflası yaygın biçimde kabul ediliyor. Ancak kitleler toplumsal sorunlara daha radikal bir yaklaşım vaat eden Yunanistan’daki Syriza gibi yeni örgütlere yönelirken, onların vaatlerinin sahteliği hızla açığa çıkıyor. Avrupa Birliği’ne karşı bir kitlesel protesto dalgası üzerinde iktidara taşınmış olan Syriza’nın destekleyicilerine verdiği tüm sözleri inkar etmesi yalnızca birkaç ay sürdü. İspanya’da Podemos, Britanya’da Corbyn ya da ABD’de Sanders iktidara gelseydi, sonuç farklı olmayacaktı.

Devrimci önderlik krizinin çözümü, işçi sınıfının karşı karşıya olduğu büyük tarihsel görev olmaya devam ediyor. Dünyada, Dördüncü Enternasyonal’in Ulusararası Komitesi dışında, bu sorunu çözmek için mücadele eden bir siyasi örgütlenme bulunmamaktadır. Bu iddianın doğruluğu, Lev Troçki’nin Dünya Sosyalist Devrimi uğruna mücadelesinin devasa teorik ve siyasal mirasını, bu kitapta açıklandığı gibi, yalnızca onun savunuyor ve ileriye taşıyor olması gerçeği eliyle kanıtlanmaktadır.

David North

Detroit

22 Haziran 2017

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir