“Tarihsel Maddecilik Üzerine” Küçük Bir Değerlendirme

Alman Marksist kuramcı, politikacı ve tarihçi Franz Mehring’in Tarihsel Maddecilik Üzerine adlı broşürü Prinkipo Yayıncılık’tan çıktı. Die Lessing-Legende: Eine Rettung adlı kitabına ek olarak kaleme alınan bu broşür ilk olarak 1893 yılında yayınlandı. Franz Mehring, 1886 yılına kadar liberal burjuvazinin yayın organlarında görev aldı. Bu arada, Bismarck’ın ‘Sosyalizm Karşıtı Yasa’sına karşı mücadeleye başlayan Mehring, burjuvazinin teslimiyetçi tutumu karşısında, 1880-1884 yılları arasında incelediği Marx ve Engels’in bilimsel sosyalizmini benimsedi. Alman Sosyal Demokrat Partisi’ne (SPD) 1891 yılında katılan Mehring, partinin en önemli kuramcılarından birisi oldu. Parti içinde kaldığı süre boyunca, parti içinde yükselen oportünizme karşı mücadele etti. SPD’nin I. Dünya Savaşı’ndaki sınıf işbilirkçi ihaneti karşısında Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht ile birlikte tutum alan Mehring, Spartaküs Birliği ve Almanya Komünist Partisi kuruluşunda yer aldı.

Lenin ve Troçki’nin de eserlerinde sık sık atıfta bulundukları ve kaynak gösterdikleri Alman Marksistin bir eseriyle Türkiyeli okur ilk kez karşılaşıyor.

Marksizmle şu ya da bu şekilde tanışan birinin, tarihsel materyalizm ya da diğer adıyla tarihsel maddecilikle tanışmaması mümkün değil. Birçok kitapta özellikle Marksizmin temel eserlerinde kendisine oldukça gönderme yapılan tarihsel maddecilik, Marx ve Engels’in yaşamlarını ve eserlerini bir bütün olarak belirlerken, tek tek bireyler için çoğu zaman bir şey ifade etmez. Bunun nedeni oldukça açıktır. Yıllardır işçi sınıfının, üretici güçlerde yaşanan altüst oluşları ve buna bağlı olarak ortaya çıkan devrimci durumları anlamada biricik yöntemi olan tarihsel maddecilik, artık tamamıyla entelektüel kaygıların belirlediği tartışma alanlarının başında gelmektedir. Yani anlayacağınız, Marksizmin tarih kuramı tarihsel maddecilik, işçi sınıfından koparılmış dar felsefe toplantılarının konu başlığı haline getirilmiştir. Dolayısıyla bu kaygılarla hareket eden ve ilhamını Marksizmden alan ideolojik yaklaşımlar insanlığın gelişim yasalarına yani üretici güçlerdeki değişimlere gözlerini kapayarak siyaset üretme geleneğinin temsilcileri haline geldiler.

Bu geleneğin temsilcileri, artı-değer teorisiyle beraber Marksizmin en önemli keşiflerinden biri olan tarihsel maddeciliğin, insanlığın gelişim yasalarını, ideolojilerin anlaşılması güç karanlığından kurtarmış olduğu gerçeğini gözden kaçırıyorlar. Onlar, üretici güçlerdeki gelişmeleri anlamaksızın geliştirdikleri politik yaklaşımlarla işçi sınıfının devrim ve komünizm mücadelesini, bilimsel gerçekliğinden koparıp birer iyi niyet dileği haline getiriyorlar.

Özellikle içinden geçtiğimiz -ABD’de patlayan ve uluslararası bir karaktere dönüşen mali krizin yeni savaşların eşiğine sürüklediği- böylesine bir dönemde tarihsel maddeciliği yadsımanın yol açtığı politik ve kültürel sonuçları görmekte hiç de zorlanmıyoruz. 70’lerin başından itibaren üretici güçlerde yaşanan gelişmenin hızı teknolojinin de yardımıyla mali sermaye gibi üretken sermayenin de uluslararası anlamda dolaşmasını kolaylaştırırdı. Dahası uluslararası iş bölümünün örgütlenmesi önündeki engeller üretici güçlerin gelişmişliğine bağlı olarak ortadan kalkmaktadır. Böylelikle sosyalist toplumun maddi temellerine karşılık gelen ve üretimin bir bütün olarak uluslararası anlamda örgütlenebileceği gerçeği, tarihte hiç olmadığı kadar ortaya çıkmıştır.

Sosyalist bir toplumun kapitalist ulus devleti aşarak dünya çapında örgütlenebilmesinin önünü iyice açan bu gelişmeler, geçmişin ulusal korumacı rollerini hızla tarihin çöplüğüne süpürür. Fakat kapitalizm ve onun rekabetçi karakteri ulus devlete duyduğu ihtiyacı saklamazken düşen kar oranlarını yükseltmek için üretici güçlerin yıkımına hazırlanmaktadır. Esas çelişkinin üretimin böylesine toplumsallaştığı bir dönemde mülkiyet edinme biçiminin hala özel kalması olduğu gerçeğini bir yana koyarsak, üretici güçlerin gelişimi, kapitalizmin ulusal sınırlarını aşarken kapitalizmin hala ulus devlete ihtiyaç duyuyor olmasıdır.

İşte, üretim ilişkileri ve onun, üzerinde yükseldiği üretim biçimiyle girdiği çatışmaların yol açtığı toplumsal altüst oluşlara gebe bir dönemin ortasındayız. Fakat böylesine önemli dönemlerde kendisine ihtiyaç duyduğumuz tarihsel maddeci yöntemi Marx ve Engels’in kitaplarında saklı tutanlar üretim biçiminde yaşanan niteliksel değişimin farkında değiller. Buna bağlı olarak tarihsel maddecilikten habersiz kitleler, hızla geçmişin her türlü ekonomik, siyasi, kültürel değerlerine dönüşe zorlanıyor. Özellikle küçük burjuvazinin mülkiyeti hızla elinin altından kayarken, o, çözümü eski güzel günlere dönüşte arıyor. Özellikle tarihte birçok kez (Mehring’in çalışmasında oldukça kapsamlı değerlendirdiği gibi) üretici güçlerde devasa dönüşümlerin yaşandığı dönemlerde kitleler üretim tarzındaki devrimi algılamaksızın çözümü geçmişin üretim biçimi ve onun dayattığı kültürel formasyonlarda aramaktadır. Bir bütün olarak, özellikle 70’lerden sonra başlayan ve Keynesyen ekonomin reddi anlamına gelen küreselleşme süreciyle birlikte -üretici güçlerdeki gelişmelerden habersiz- kendisini küçük burjuvazinin endişesi üzerinde tarif eden siyasi çözümlemeler, ekonomide Keynes’in “ulusal kalkınma” politikasını yeniden üretmeye çalışırken, gündelik yaşamın seyri ise, hızla kendini dinsel ritüellerin, ailenin ve ulus devletin yeniden üretildiği bir zamanın ortasına doğru sürükleniyor.

Kitaba başlarken

İşte tam da bu nedenle politika ve tarih dışında estetik ve sanat üzerine eserler veren Alman Marksistin Türkiyeli okurla tanıştığı bu eser, yazarın tarihsel maddeci yöntemi edebiyatın bütün incelikleriyle oldukça yalın bir dille ifade etmesi ve Marksizmin temelini oluşturan bu bilimsel yöntemin bugün “Marksistler” tarafından tümüyle unutulmuş olması açısından oldukça değerli.

Franz Mehring kitabında, tarihsel maddeciliği, yaşadığı dönemin mekanik yorumlarına ve onun idealist kavranışlarına karşı savunur. Yazar elinizdeki kitapta, genel anlamıyla tarihsel maddeciliğin “tarihin keyfi bir yorumu” olduğu yönündeki eleştirilere yanıt verirken, her türden idealist yaklaşımı; yani tarihin motor gücü olan üretim ilişkilerinin, siyaset ve ideolojiler tarafından belirlendiği yönündeki genel eleştirel tutum karşısında, Marksizmin kaynağına, Marx’a ve Engels’e döner.

Tarihsel maddecilik, insanlığın gelişimini, insanın doğadan bağımsızlaşma / doğaya egemen olma çabası olarak görür. Ve bu bağımsızlaşma çabası insanın toplumsal varlığını üretmek ve yaşamını sürdürmek için ateş ve en ilkel silahları üretmesiyle başlar. Bu üretim araçları insan duyularının ve toplumsal bilincinin gelişmesini sağlar ve gelişimin temel yasasını oluşturur.

(…) İnsan soyunun siyaset, bilim, sanat, din, vb. ile uğraşabilecek duruma gelmeden önce yiyip içmesi, barınması ve giyinmesi gerektiği; bu yüzden, varlığını sürdürmek için gerekli maddi araçların üretiminin, buna bağlı olarak da belirli bir halkın belirli bir dönem boyunca ulaşmış olduğu ekonomik gelişme düzeyinin, söz konusu halkın geliştirmiş olduğu devlet kurumlarının, hukuksal kavramların, sanatsal ve dinsel düşüncelerin üzerinde yükseldikleri temeli oluşturdukları; dolayısıyla devlet kurumlarının, hukuksal kavramların, sanatsal ve dinsel düşüncelerin şimdiye değin yapılmış olanın tam tersine, maddi üretim araçlarının üretimi ışığında açıklanmaları gerektiği yalın gerçeğidir.[1]

Bu gelişim yasalarını inceleyen Marksizm bir bütün olarak üretici güçlerde yaşanan bu devasa gelişmelerin üretim ilişkilerinde yol açtığı değişimleri ortaya çıkarır. Sadece araç, makine ve fabrika gibi üretim araçlarından oluşmayan üretici güçler, emeğin niteliğindeki değişimleri; bilgi ve deneyimi de ifade eder. Bu durum, bir süre sonra kendisinde yaşanan gelişmeye bağlı olarak şimdiye kadar içinde geliştiği üretim ilişkileriyle çatışmaya girer. Bu çatışmanın sonucunda siyasi-toplumsal üst yapıda ve toplumsal bilinçte oldukça önemli değişiklikler meydana gelir. Siyasetten dine bütün toplumsal üst yapıyı belirleyen üretici güçlerdeki değişikliklerin, üstyapıya yansıması barışçı yöntemlerle gelişmez. Yani, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çatışma devrimci dönemlerin başlangıcını ifade eder.

“Gelişmenin belirli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde faaliyet göstermiş oldukları verili üretim ilişkileriyle ya da – yalnızca bunların hukuksal ifadesi olan- mülkiyet ilişkileriyle çatışmaya girerler. Bu ilişkiler, üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olmaktan çıkarak, onların köstekleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar.” [2]

Mehring, kitabına öncelikle tarihsel romantiklerin feodalizmi idealize eden yaklaşımlarını eleştirerek başlar. Feodalizmden kapitalizme geçiş döneminde Fransız ve İngiliz burjuvazisine göre oldukça zayıf olan Alman burjuvazisi karşısında Junkerler’i ve onların feodalizmini savunan tarihsel romantiklere, üretici güçlerin gelişiminin dayattığı kaçınılmaz sonucu göstermekten kaçınmamıştır. Mehring’ in tarihsel romantiklere yönelttiği bu eleştiriler yukarıda bahsetmiş olduğum gibi üretici güçlerin gelişimini görmeksizin Alman burjuvazisinin iktidar çabası karşısında Alman aristokrasisini yani Junkerleri ve onların şahsında temsil edilen feodalizmi savunmuşlardır. Bugün de benzer şekliyle üretici güçlerini gelişimini anlamayan siyasi yapılar üretici güçlerin bütün sınırlarını yıktığı ulus devletin, uluslararası burjuvazi karşısında savunusuna yönelmişlerdir. Tarih, romantikleri tarihin çöplüğüne gömerken bugün üretici güçlerin karşısında ulus devleti savunanları da aynı kaderi paylaşmaya zorlayacaktır.

Yazar, insan bilincinin, yalnızca içinde yaşadığı toplumun ekonomik dürtüleri içinde meydana geldiğini belirtirken, insanın toplumsal bir varlık olduğu yaklaşımına ulaşır, ki onu da doğa maddeciliğinin mekanik yaklaşımlarımdan uzak tutar. Yani insanların sadece doğada yaşadığını ifade eden doğa maddeciği ile tarihsel maddeciliğin arasındaki karşıtlığı belirtir ve şu notu düşer:

“Tarihsel maddecilik, doğa bilimlerinin maddeciliğini kapsar ama bunun tersi geçerli değildir. Doğa bilimlerinin maddeciliği insanı doğanın bilinçli olarak hareket eden bir oluşumu olarak görür; ama insan bilincinin nasıl insan toplumu içerisinde belirlendiğini incelemez. Böylece o, tarih alanına girmeye kalkıştığında, en keskin karşıtı olan idealizmin en aşırı biçimine dönüşür.” [3]

Diğer yandan tarihin belirli bir döneminde ortaya çıkan ve büyük gürültülerle karşılanan keşiflerin, tarihi, siyaseti ve bir bütün olarak ekonomiyi dönüştürdüğü yönündeki genel kabule karşı Mehring ustalıkla; bu keşiflerin üretici güçlerde yaşanan değişimin hangi aşamasında ortaya çıktığını açıklayarak karşılık verir.

“Tarihsel altüst oluşlara yol açan şey keşifler ve buluşlar değildir ama keşiflere ve buluşlara yol açan şey toplumsal altüst oluşlardır. Toplumsal bir altüst oluş yalnızca bir keşife ya da buluşa yol açtığı zaman, bu, dünyayı sarsan bir olay haline gelir.” [4]

Tam da buradan yola çıkarak yazar, Amerika’nın Kolomb’dan çok önce keşfedildiğini fakat bu gelişmenin o dönem için bir şey ifade etmediğini açıklar. Benzer şekilde buhar makinaları ve dokuma tezgahlarının da sanıldığından çok daha önce “Keskin ve uzak görüşlü beyinler, bir görevi ve onun çözümünü, bu çözüm için gerekli maddi koşullar henüz olgunlaşmamış, varolan toplumsal formasyon onun için gerekli bütün üretici güçleri daha geliştirmemişken fark ettiklerini..” [5] ifade eder. Fakat bu gelişmeler, üretici güçlerde kendileri için uygun gelişme ortaya çıkana kadar beklemek zorunda kalmışlardır.

Bütün bunların ardından, dönemin Tarihsel idealistlerinin önderlerinden sayılan Barth, üretim biçiminin Marksistler tarafından üstyapı olarak ifade edilen; siyaset, hukuk, felsefe ve sanatın soluk aldığı bütün kültürel formasyonları koşullandırdığı gerçeği karşısında çıldırmışçasına Marksizmin tarih kuramına saldırır.

Saldırılarında bütün idealistler gibi Barth, esas olarak antropologlardan, burjuva ideologlarına kadar birçok referansa başvurarak dinin, ırkların ve iklimlerin dahası üst yapının üretimle beraber ekonomik düzenlemeleri ortaya çıkardığı yönündeki en temel yaklaşımları dilinden düşürmez. “Bay Barth, ekonominin modern dönemde politikaya olan bağımlılığını, keşifler alanında, ticaretin yeni topraklar ele geçirme arzusunu izlediğini; yani siyasi güdülerle girişilmiş keşif seferleri üzerinde yükseldiğini söyler.”[6]

Keşiflerle ilgili tarihsel maddeciliğin yaklaşımını yukarıda dile getirdik. Fakat ekonominin politikaya bağımlılığı konusunda Barth, barbar savaşlarının nedenini klan şeflerinin intikam duygusunda bulduğunda antropologlardan yardım aldığını saklamaz. Bununla birlikte, İslam din savaşlarının dinsel tutkulardan ve Asya’nın İskender tarafından zaptının ise tamamıyla Makedonya kralının tutkularıyla açıklandığı tespitlerini bilinçli olarak ekonomik tespitlerden bağımsız olarak inceler.

Barth’ ın “Dinin bütün yaşam süreci açısından belirleyici önemini vurgulama çabası” karşısında Mehring ekonominin siyaset üzerinde öncelliğini bir kez daha açıkladıktan sonra Barth’ ın “İntikam ya da dinsel coşkunluk gibi manevi dürtülerin varlığını hiçbir biçimde reddetmeyen ama bunların son tahlilde ekonomik dürtüler eliyle belirlendiğini iddia eden tarihsel maddeciliğin bilimsel kanıtlamasından uzak” durduğunu açıklar. Yazar, Din konusunda özellikle de, Hristiyanlığın ekonomi üzerindeki etkisi üzerinde duran Barth’a, Kautsky’i okumadığı için yanıldığını ifade eder. Eğer Barth bu yanılgıya düşmeseydi, Roma imparatorluğunun Germen imparatorluğu tarafından ele geçirilmesinin ardından Hristiyanlık’ın “ekonomik metaların bir parçasını, dinsel etkinlik için değil ama ekonomik üretimin yönetilmesi için gerekli maddi zemin olarak ayırdığını” kavramakta zorlanmayacağın Mehring büyük açıklıkla ifade eder.

Din konusunda yaklaşımını inatla sürdüren Barth, Osmanlı ve Macaristan’ın birbirleriyle karşılaştırıldığı söyleminde “Macaristan’ın, Hıristiyanlık ve onun manevi gücüyle Osmanlı karşısında daha ileri bir toplum kurduğu”nu ifade eder. Mehring, İslam kültürünün Ortaçağ Avrupa’sının karanlık içinde boğuştuğu sıralarda matematik, gökbilimi, kimya ve mekanik konularında oldukça ileride olduğunu belirtmiştir. Dahası İslamiyet’in en az Hıristiyanlık kadar maneviyata önem verdiğini, ama buna rağmen Osmanlı’nın Hıristiyan devletlerle ekonomik anlamda rekabet edemediğinden geride kaldığını açıklar. Geri kalmışlığı din üzerinden değil ekonomi üzerinden ifade eden Mehring, Din’e ilişkin tarihsel maddeciliği daha açık ifade edebilmek için şunları belirtir:

“Bütün yaşam sürecini belirleyen şey din değil ekonomidir ve İslam kültürü kendi ekonomik hücresinden yani bugün Doğu’da hala varolan özgün köy topluluğundan kurtulamadığı için, feodal üretim biçiminden kapitalist olana doğru gelişen Hristiyan kültürü tarafından aşıldı. Bu da, bizzat kendisi söz konusu gelişmenin karşı konulmaz biçimde kan kaybeden kurbanı haline gelen Hristiyan Kilisesi’nden dolayı değil ama ona rağmen gerçekleşti.” [7]

Bu konuya ilişkin son olarak Neue Zeit’daki bir denemede yer alan şu göndermeye bakalım. “13. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar ilgili dinsel bayraklar altında girişilmiş savaşların burjuvazinin, kentli alt tabakalarının ve onlarla birlikte isyan etmiş olan köylülerin, dünyanın eski teolojik kavranışını değişmiş ekonomik koşullara ve yeni sınıfın yaşamına uyarlama yönündeki sürekli girişimlerinden başka bir şey olmadığı kuramsal açıdan gereğince açıklanmıştı.”[8]

Kitabın son bölümlerine yaklaşırken ırksal farklılığın Marksist tarih kuramı tarafından reddedildiği “gerçeğine” ulaşan Barth, bu farklılıkların insanlığın gelişimi için oldukça belirleyici bir öneme sahip olduğunu açıklar. Barth bir kez daha yanılmıştır. Çünkü insanlık, üretim araçlarını kullanmaya başladığı ilk günden itibaren doğadan bağımsızlaşma yolunda büyük adımlar atmış ve birçok ırksal farklılıklar bu adımların yol açtığı yeni üretim ilişkileri içinde erimeye başlamıştır. Bu süreçlerle birlikte:

“ (…) doğal ırklar tamamen toplumsal sınıflara dönüşürler. Kapitalist üretim biçimi genişlediği ölçüde, ırklar arasındaki farklılıklar ortadan kalkmakta ya da her gün giderek daha fazla sınıf karşıtlıkları içinde erimektedir. İnsan topluluğu içinde ırk, doğal değil tarihsel bir kavramdır.” [9]

Barth’ın ırklar ve iklim üzerindeki tespitini şu önermeyle yerle yeksan eden Mehring, bu önermeyi gerçekleyen kahramanlarını Sibirya’nın doğusunda Ren geyiği evcilleştiren ve göçebe yaşayan Koryaklar’da bulur. “Benzer üretim biçiminin iklim, ırk ve başka doğal koşullar ne kadar farklı olursa olsun toplumsal yaşam sürecini benzer şekilde; farklı üretim biçimlerinin ise iklim, ırk ve diğer doğal koşullar tümüyle aynı da olsa toplumsal yaşam sürecini farklı biçimde belirlediği anlamına gelir.” Kamçatka yarımadasının kuzeyinde yaşayan bu toplumu, tarım arazisinin yokluğu ren geyiği evcilleştirmeye zorlamıştır. Dolayısıyla göçebe bir yaşam sürdürmek durumunda kalmışlardır. Koryaklar göçebe toplumlarda en çok görünen Şamanist din inancına sahiptirler. Hıristiyan misyonerleri, Hıristiyanlaştıramadıkları bu toplumun, ancak yerleşik yaşama geçtiği takdirde Hıristiyanlığı kabul edeceklerini ifade ederken dönemin idealistlerinden daha maddeci bir yaklaşımda bulunmuşlardır.

Bunun yanı sıra Ren geyiklerini salgın hastalıklar nedeniyle kaybetmiş Penzhinsk körfezin yerleşik yaşama geçmiş Koryakları, Rus tücrarlar ve ABD’li balıkçılarla girdiği toplumsal ilişkiler nedeniyle yerleşik yaşamın göçebe yaşamdan oldukça farklılaşmış yaşam pratiklerini ürettiklerini belirtelim. Aynı ırktan Koryaklar’ın farklı üretim biçimleri içindeki yaşamlarının birbirlerinden oldukça farklılıklar göstermesi, yukarıda bahsi geçen önermeyi bir bütün olarak ıspatlıyor.

Barth’ın tarihsel maddeciliğin ırklardan sonra doğa olaylarını, esas olarak iklimleri reddettiği yönündeki eleştirisi karşısında Mehring “Tarihsel maddecilik, tarımın Kuzey Kutbu’ndaki buzdağlarında uygulanabileceğini ya da Sahra Çölü’nün kum tepelerinde yelkenli gemiler yüzdürmenin mümkün olduğunu nerede iddia etti? Tersine, Marx, doğal güçlerin insanın üretim faaliyetine ilişkin önemini büyük bir özenle göz önünde bulundurdu” der. Onun yazdıklarından bir alıntı daha yapalım:

“Kapitalist üretime bir kez ulaşıldığında, bütün diğer koşullar ve verili işgününün uzunluğu aynı kaldığında, artı emeğin miktarı, çalışmanın fiziksel koşullarıyla, özellikle toprağın verimliliğiyle birlikte değişir: Ancak bundan, hiç bir biçimde, en verimli toprağın kapitalist üretim biçiminin gelişmesi için en uygun yer olduğu sonucu çıkarılamaz. Bu üretim biçimi insanın doğa üzerindeki egemenliği üzerine kuruludur. Doğa fazlasıyla eli açık olduğu yerde “insanı yürümeye yeni başlamış çocuk gibi elinden tutar.” Ona kendisini geliştirmesi yönünde herhangi bir zorunluluk dayatmaz. Sermayenin anavatanı sebze meyve açısından bereketli tropik alanlar değil ama ılımlı bölgedir. Emeğin toplumsal olarak bölünmesinin maddi temelini oluşturan ve doğal çevresindeki değişimler aracılığıyla insanı ihtiyaçlarını, yeteneklerini, iş araçlarını ve işin biçimini çeşitlendirmeye iten şey toprağın verimliliği değil ama farklılaşması, onun doğal ürünlerinin çeşitlenmesi, mevsimlerin değişmesidir. Sanayileşme tarihinde ilk belirleyici rolü oynayan şey, doğal gücü büyük ölçüde toplumun ve ekonominin denetimi altına alma, onu büyük ölçüde insan elinin çalışması sayesinde kendine mal etme ya da ona egemen olma gereğiydi.” [10]

Sonuç olarak

Bugün, yukarıda sık sık değindiğimiz siyasi yaklaşımlar, bilim ve teknolojide yaşanan devasa değişim ve bütün bu değişimlerin ardında yatan; üretici güçlerin var olan burjuva “ulusal” sınırlardan kurtulmayı dayatan gelişiminin yattığının farkında değiller. Onlar, hızla artan yoksulluğun, işsizliğin ve yaşanan sosyal-ekonomik hak kayıplarının sorumluluğunu, yeni liberal politikaları uygulayan hükümetlere ve sermaye ile onun hükümetlerine karşı mücadelede “yeterince militan olmayan” sendika bürokrasilerine yıkmaktan geri durmuyorlar. Bu ve benzeri argümanların kaçınılmaz sonucu, yeni liberal yönetimlerin yerini “sosyalist” ve sosyal demokrat partilerin alması durumunda işlerin yeniden yoluna girebileceğini ifade etmektir ki bu yaklaşımların hızla arttığı bir dönemin ortasındayız. Nitekim, kendisini “sosyalist” olarak tanımlayan Stalinistler ve aralarında her renkten Pablocuların da yer aldığı siyasi çevreler, 80’li ve 90’lı yıllar boyunca, yeni liberal politikalara karşı direnmeye çalışan işçi sınıfını sosyal demokrasiye ve sendika bürokrasilerine yedeklediler. Bugün, Pablocular, Lambertçiler ve diğer küçük burjuva solcuları, her türden burjuva milliyetçisi önderliğin kuyruğunda, “ulusal kapitalizm”leri yeniden canlandırma gerici çabası içindeler. İşçi sınıfının devrim ve komünizm mücadelesinin biricik yöntemi tarihsel maddeci yaklaşımı benimsemeyen her türlü siyasi hareket, her ne kadar kendisini enternasyonalist olarak ifade etse de kendisini ulusal devlet savunusunun ortasında bulacaktır.

Ve son olarak yazımıza Mehring’in şu açıklamasıyla son veriyoruz:

“İnsanlık tarihinin sayısız dallarına ışık tutana kadar, tarihsel maddecilik adına yapılacak hala sınırsız şey bulunuyor. Hem onun en büyük gücü, hiçbir zaman burjuva toplumunun sınırları içinde açığa çıkmayacaktır. Bunun nedeni, onun artmakta olan gücünün öncelikle bu toplumu yıkacak olmasıdır. Burjuvazinin dürüst tarihçilerinin bir ölçüde tarihsel maddeciliğin etkisi altında olduğu -söz konusu etki, bu kısa açıklamada sıkça değindiğimiz gibi, her zaman belirli sınırlar içinde kalsa da- kesinlikle göz önünde bulundurulmalıdır.

Bir burjuva sınıf, varolduğu sürece kendi ideolojisinden vazgeçemez. “Ekonomik tarih” adı verilen eğilimin en ünlü temsilcisi Lamprecht bile, Almanya Tarihi’ne Alman ekonomisiyle değil; “Alman ulusal bilinci” temel şemasıyla başlar. Nasıl ki tarihsel maddecilik işçi sınıfının tarihsel bakış açısıysa, tarihsel idealizm de en farklı teolojik, rasyonalist ve hatta natüralist görünümleri içinde, burjuva sınıfın tarihe ilişkin kavrayışıdır. Tarihsel maddecilik, yalnızca proletaryanın özgürleşmesiyle birlikte tam gücüne ulaşacak ve o zaman tarih, kelimenin en tam anlamıyla -her zaman olması gerektiği halde bugüne kadar hiçbir zaman olmadığı- bir bilim; insanlığın bir öğretmeni ve önderi haline gelecektir.” [11]

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir